bekler.
Hele işiniz yurtyönetimi işlerindense, doğrusunu yapmanın güçlükleri, işin kendi doğal güçlüklerinden bile daha çetin engeller biçiminde karşınıza dikilir. Örneğin, yönettiğiniz belediyenin özkaynakla iş yapma gücünü artırmak istiyor, bunu başarıyor musunuz? Çelmeciler, “Belediyenin kasası para dolu.
Bubaşkan hiçbir iş yapmayıp paraları bankada tutuyor” diye bir gerekçeyle bile sizi eleştirebilirler. Yönettiğiniz kamu kurumunun özkaynak gücünü artırmanızı kötü bir şeymiş gibi partililerinize yutturup sizi değersizleştirmekte kullanabilirler.
Bu yüzden, işini doğru yapma savaşımı verenlerin, başlarından geçenleri yazıya döküp sonraki kuşaklara aktarmaları, benzer engellerle karşılaşacaklara çok değerli deneyimler sağlıyor. Bu deneyimler, iyi, güzel işler yapma isteğiyle yaşama umutla atılacak olanlar için, karanlıkta yol aydınlatıyor. Ben bu deneyim aktarma çabasının daha o savaşım yaşanırken bile halkça bilinmesinden yanayım. Çünkü halka güvenimi hiç yitirmedim. Çünkü yaşam, halkı sömürmenin, halkı kendi çıkarının tersine yürütmenin ancak halkı aldatarak
olabileceğini hep gösteriyor. Oysa üzerinde yaşamımızı kurduğumuz ilkeler, erdemler, değerler değişmedikçe, halkı aldatmadan sömürmek, hattâ onu başka bir halkı sömürmeye yöneltmek olanaksızdır. Çünkü sömürü ne denli doğal bir yöneliş olsa da, açıkça, doğrulukla savunulabilecek bir insan yönelişi değildir. Ancak büyük güç dengesizliklerinde açıkça dayatılabilir. Sömüren silahı dayar, sömürmek
istediğinden alacağını alır. Bu, sömürmek isteyenin sömüreceğini aldatma düzenleri kurmaya gereksinim duymayabileceği büyüklükte bir güce ulaştığı aşamadır.
İstanbul’un Kadıköy ilçesinin halkı 12 Eylülcülere karşı Özal seçeneğinin daha özgürce bir yöneliş olduğu yanılsaması dışında, hep ileriye dönük oy kullandığını belediye seçimlerinde de gösteriyor. Bu yöneliş Kadıköy’deki toplumsal yaşamın benzeştiği ve benzeşmediği başka İstanbul ilçeleriyle karşılaştırıldığında da görülebiliyor.
Ancak toplumsal yapımızda son derece kaygılandırıcı öyle bir dönüşüm var ki, bu değişme tüm partileri değişik ölçülerde de olsa birbirine benzetiyor: Büyük kentlere yığılarak topraktan kopmuş ama köy kültürünü sürdürme eğilimindeki “kente göçmüş köylülük” tüm örgütsel yapılanmaları yöresel ya da dinsel
kümelenmelerin çıkarıcılığına yöneltiyor. Emek-sermaye çatışmasını da perdeleyip yoksul çoğunluğa unutturacak denli toplumu saran bu eksen kayması, özü gereği tüm örgütlenmelerde kişisel çıkarcılığı en belirleyici ilke düzeyine yükseltiyor.
Bu yazıya konu kitabın yazarı olan belediye başkanının partisi, sağa en yakın olsa da orta çizginin solunda ve hep ileriye dönük olma savından tarihsel nedenlerle vazgeçemeyecek olan bir parti. Otuz yıl önceki düşünsel küreselleşme işlemi kapsamında, tepeden aşılanan yabancı kadrolarla üye tabanı aldatılarak
içerden dönüştürüm sürecine sokuldu, solla bağı tümüyle kesilmek istendi. Bu dönüştürüm zorlamasının yanına, kente göçmüş köylülük batağında kolayca yeşeren genel yozlaşmayı da ekleyelim. Bu olumsuzluklarla boğuşan –hattâ artık boğuşamayan– bir partide halk yararına amaçlar ardında koşmanın, bu amaçların uygulayıcısı olarak kamu yöneticisi seçilmenin, hele seçildikten sonra bir şeyler
yapmanın nasıl zorlu bir savaşım olacağını kestirmek hiç güç olmasa gerek.
İşte 2014-2019 döneminde Kadıköy Belediye Başkanlığı yapmış olan Aykurt Nuhoğlu’nun Çatlağın Arkası adlı kitabı, bu güçlüklerin yoğunlaştırılmış bir özeti niteliğinde. Kitabın tümü, derin köklü bir kanserin saptanıp dile getirilişi. Yazılama Yayınevi’nce birkaç ay önce yayımlanmış bu kitabın, kuruluştaki kimliğinin karşıtına dönüşmedikçe ilerici niteliklerini bir yana bırakamayacak olan Cumhuriyet Halk Partisi’nde konuşulmaması, tüm Türkiye’de partiyi çalkalamaması, tam tersine görmezlikten gelinmesi gibi bir durum
yaşanırsa, bu vurdumduymazlık da CHP’nin çürütücü asalakların eline geçmişliğinin kanıtlarından biri olarak siyasal-toplumsal tarihimizdeki yerini alacaktır.
“Kendi üyesini tehdit olarak gören bir parti yönetiminin ülkede iktidar olma şansı yoktur.” (25. s.) Peki yönetimin özündeki bu terslik, orta çizginin solundaki muhalefet partilerinden yalnızca en büyük olanı için mi söz konusu? Yazar 36. sayfada, sanki bu sorumuza yanıt veriyor: “Türkiye demokrasisinin
sorunlarının başladığı yer, partilerin içinde oluşan bu oligarşik yapılardır.” Anlaşılıyor ki, örgüt içi demokrasi açısından CHP’nin sağ partilerden ayrımı kalmamış. Parti içinde bir “seç beni, seçeyim seni” (103. s.) kısır döngüsü kurulmuş.
Kitabın ‘yoğunlaştırılmış özet’ niteliğinden olsa gerek, okuduğum kitaplar içinde altı çizili satırların oranı en yüksek olanı bu oldu. İşte o satırlardan birkaçı:
“Yerel yönetim komisyonlarını ısrar ede ede kurdurabildim. (…)
Danışmanlarla çalışmak kolay geliyordu. Parti üyelerinin farklı komisyonlarda
çalışıp siyasal deneyim kazanmaları, tehlike olarak görülüyordu.” (38. s.)
Belediye meclis üyeliği konusunda hep bilinen ama hiç söylenmeyen,
söylemesi cesaret isteyen gerçeklerden biri:
“Dürüst çalışanların ikinci dönem tekrar meclis üyesi olmaları zordur.”
(65. s.)
Ne zaman Aykurt Nuhoğlu’nun savaşımına benzer savaşımlar duysam, kamu işi yapanların, daha doğrusu, bir iş yapan herkesin, işinin güncesini de yazmasının en büyük toplumsal gereksinimlerden olduğu duygusu yaşıyorum. Nuhoğlu başkanlığının güncesini tutmadıysa, henüz unutmadan bu özeti bir anımsatma çetelesi saymalı, bu nesnel ve yurtsever bakışıyla tüm savaşımının çok ayrıntılı anılarını yazmalı. Bundan sonraki benzer savaşımlarda aydınlatıcı olması için. Gerekirse birkaç ciltlik bir roman gibi. Böyle bir yapıt herhalde toplumsal yaşamın çürümeye nasıl zorlandığının anlatısı olacaktır.
“Reklam gelirleri kesilen, ekonomik güçlükler içinde var olmaya çalışan sol basın da CHP’li yerel yöneticilere bağımlı hale gelmişti. Sol basında yerel yönetimleri eleştiren yazılar çıkmıyordu. Haber çıkması da o basın kuruluşuna verilecek reklam ya da parasal desteğe bağlıydı. Bağımlılık ilişkisinin yarattığı felaketin faturası büyüktür.”
Bu uyarının kitabın yayımıyla bize ulaşması Mart 2023. Ve Türkiye 2023 Mayıs’ındaki seçim yenilgisiyle öyle büyük bir fatura ödedi ki, basının bağımlı olmasının faturasından söz ederken yazar belki de bu kadarını düşünmemişti. Büyük faturanın ardına dizilen sonraki büyük faturaları art arda görmeye başladık. Sonu
gelecek gibi de görünmüyor.