Kadın…
Hayatın başlangıcı, emeğin yaratıcısı, adaletin ve direnişin en kadim sesi…
Adı zaman zaman tarihin tozlu sayfalarından silinmeye çalışılsa da varlığı, toprağın bereketi gibi, insanlığın da özü olan kadın…
Bugün, 8 Mart, bir çiçekle geçiştirilen, kutlamaların gölgesinde unutturulmaya çalışılan değil, mücadeleyle, alın teriyle, bedellerle kazanılmış bir gün.
8 Mart, yanarak can veren kadın işçilerin, adını mahkeme duvarlarına kazımaktan öteye gidemeyen kadınların, sokakta, fabrikada, tarlada, evde var olma savaşı verenlerin günüdür.
1857’de New York’ta bir tekstil fabrikasında çalışan kadın işçilerin, ağır çalışma koşullarına, düşük ücrete ve insanlık dışı şartlara karşı yükselttiği ses, yalnızca o dört duvar arasında yankılanmadı. O ses, yıllar sonra Clara Zetkin’in çağrısıyla 8 Mart’ı kadın emeğinin, mücadelesinin, eşitlik ve demokrasi talebinin sembolü yaptı. Ancak kadınların verdiği mücadele, yalnızca bir fabrikada başlamadı. Kadın, binlerce yıldır süregelen bir direnişin en ön safında yer alıyordu.
MEZOPOTAMYA’DA VE ANADOLU’DA KADIN: YAŞAMI KURAN ELLER
Oysa tarihin ilk dönemlerinde kadın yalnızca bir birey değil, toplumun temel taşıydı. Anaerkil topluluklarda kadın, üretimin, paylaşımın ve bilginin kaynağıydı. Mezopotamya’nın bereketli hilalinde, Anadolu’nun verimli ovalarında kadın; toprağa tohumu düşüren, evcilleştirdiği hayvanlarla insanın göçebe hayatına son veren, üretimi ve toplumsal yaşamı şekillendiren bir öznedir.
Yerleşik hayata geçişle birlikte, kadın yalnızca doğanın değil, insanlığın da anası oldu. Bilgisiyle doğayı anlamlandırdı, sanatı ve inancı şekillendirdi, ilk yasaları kurdu.
Ana Tanrıça kültleriyle saygı gördü; bereketin, doğurganlığın, üretkenliğin simgesi oldu. Ancak zaman içinde güç ve iktidar hırsı, kadının bu belirleyici rolünü gölgeledi. Erkek egemen düzenin yükselmesiyle birlikte, kadın önce üretimden, sonra toplumsal yaşamdan dışlandı.
Kadın, yöneten değil, yönetilen; karar alan değil, biat eden; emeği görünür değil, sömürülen bir figüre dönüştürülmek istendi. Oysa kadın, tarihin hiçbir döneminde yalnızca bir “birey” olmadı; o, toplumu inşa eden, ayakta tutan, yaşamı büyüten en büyük güçtü.
ATAERKİL DÜZENİN GÖLGESİNDE DEMOKRASİ VE KADIN
Bugün, modern dünyada demokrasiden bahsediyoruz. Ancak bir toplumda kadın özgür değilse, o toplumda demokrasiden bahsetmek mümkün müdür?
Bir ülkede kadınlar sokağa çıkarken iki kez düşünmek zorundaysa, aynı işi yaptığı halde erkekten daha az maaş alıyorsa, siyasette, akademide, bilimde, sanatta sesleri kısılmaya çalışılıyorsa, kadınlar mahkemelerde “iyi hâl indirimi” ile öldürenleri serbest bırakılan bir sistemde yaşamaya mecbur bırakılıyorsa bu sistemin adına demokrasi denebilir mi?
Bugün kadınlar sadece bireysel varlıklarını değil, demokrasiyi de savunmak zorundalar. Çünkü gerçek demokrasi, sadece sandıkta oy vermek değil, herkesin eşit olduğu, kimsenin cinsiyeti, kimliği, emeği nedeniyle sömürülmediği bir düzen kurmaktır. Ve biz biliyoruz ki kadın mücadelesi, sadece kadınların değil, tüm toplumun, tüm ezilenlerin, tüm ötekileştirilenlerin mücadelesidir.
Ve ne acıdır ki, kadınlar bugün hâlâ en temel hakları için mücadele etmek zorunda bırakılıyor. Kimisi çalıştığı işte eşit emeğe rağmen hak ettiği karşılığı alamıyor, kimisi ev içinde görünmeyen emeğiyle sömürülüyor, kimisi şiddetin gölgesinde yaşamaya zorlanıyor. Kimisi de, bir sabah ansızın adını haberlerde bir “cinayet” kelimesinin yanında buluyor…
Bu coğrafyada her gün kadınlar öldürülüyor, şiddete maruz kalıyor, hakları gasp ediliyor. Kadınlar, kendi yaşam mücadelelerini kendi adlarına, kendi yaşam hakları için vermek zorunda kalıyorlar. Bunca yılın mücadelesine rağmen, kadın hâlâ sokakta, işte, evde, adliye koridorlarında var olabilmek için direniyor.
Kadınların verdikleri bu mücadele, yalnızca kendi varlıklarını korumak adına değil, daha adil, eşit ve özgür bir toplumun kurulması için de sürüyor.
İSTANBUL SÖZLEŞMESİ:
YAŞAM HAKKININ GÜVENCESİ, DEMOKRASİNİN KIRMIZI ÇİZGİSİ
Kadın mücadelesinin en büyük kazanımlarından biri olan İstanbul Sözleşmesi, kadınların şiddete karşı korunmasını, devletlerin bu konuda yükümlülüklerini yerine getirmesini şart koşan tarihi bir adımdı. Ancak kadınların en temel haklarını savunan bu sözleşme, siyasi çıkarlarla, bir gecede feshedildi.
İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması, kadınların yaşam hakkına doğrudan bir saldırıdır. Oysa bir devletin gerçek gücü, sokaklarda kaç kadın özgürce yürüyebiliyorsa, kaç kadın ekonomik olarak bağımsızsa, kaç kadın kendi hayatı üzerinde söz sahibi olabiliyorsa oradan ölçülür.
Ve biz biliyoruz ki bir toplum, kadınları kadar özgür, kadınları kadar güçlüdür. Kadınlar için eşit bir dünya kurulmadan, demokrasinin de, insan haklarının da gerçek anlamda var olması mümkün değildir.
YAŞASIN KADIN MÜCADELESİ, YAŞASIN DEMOKRASİ
Bugün 8 Mart. Bir yas günü değil, bir mücadele günü!
Bugün, tüm kadınların sesini bir kez daha yükselttiği, adalet ve eşitlik talebini haykırdığı gündür. Bugün, emeğin, direnişin, dayanışmanın günüdür.
Ve biliyoruz ki kadınlar var oldukça, kadınlar haykırdıkça, kadınlar mücadele ettikçe dünya değişecek!
Çünkü kadınların mücadelesi, sadece kadınların değil, herkesin mücadelesidir!
Yaşasın 8 Mart! Yaşasın kadın mücadelesi! Yaşasın gerçek demokrasi!