Aralık 2019’da Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkan koronavirüs tüm dünyada ve ülkemizde büyük bir endişeyle takip ediliyor.
Dünya genelinde 6 bine yakın insan hayatını kaybetti. Ve bu kayıplar artarak devam ederken onbinlercesi de virüsten etkilenerek hastanelerde karantina altına alınıyor. Ülkeler birbiri ardına koronavirüsten korunmak için sınırlarını kapatıyor. Ülkemizde ise bazı tedbirler alınmaya başladı. Önce okullar tatil edilirken, yurt genelinde yapılması planlanan ve yapılacak olan bütün etkinlikler bir biri ardına iptal edilmeye başladı.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca da bilim insanlarıyla toplantılar düzenleyip 'bu salgın hastalığa karşı daha iyi önlem alırız' diye tartışırken, bir taraftan da panik halinde olan yurttaşlar çevrelerindeki market ve AVM’lere hücum ederek raflardaki tüketim ürünlerini boşaltı. Yurttaşların panik halinde yaptığı bu çılgın alışverişi fırsata çeviren bazı fırsatçı iş insanları raflarında bulunan ürünlerin mevcut fiyatlarını kat be kat yükselterek haksız bir kazanç elde etmeye başlamışlardı.
Gün boyu medya organları da yurttaşları bilgilendirirken ülkede virüse yakalanan kişi sayısının altıya çıktığı bildirildi.
Saat 16’yı gösteriyordu. İçimdeki gazetecilik dürtüleri de beni dürtmeye başlamıştı… Daha fazla dayanamadım yine haber merkezinden çıkarak metroya doğru yürümeye başladım. Ortalık sakindi. Güzergâhımda tek tük insanlar gelip geçiyordu. Bundan birkaç gün öncesi olsa bu saatte bu yolda yürümek biraz zordu. İnsanlar bir birine çarparak yürürken kaldırıma sığmayarak yola taşıyorlardı…
Ardından 4. Levent Metrosu yürüyen merdivenlerinin önüne kadar gelmiştim. Ortalıkta ürkütücü bir sakinlik vardı. Suratıma çarpan ayaz cellâdın kılıcı gibi yüzümü kesip geçiyordu. Yürüyen merdivenlerden metro altgeçidine doğru yürüdüm. Altgeçidin de yukarıdan bir farkı yoktu. Metro girişindeki turnikelerden geçerek tren istasyonuna inen yürüyen merdivenlerden aşağı doğru indim. Aklımda Taksim’e doğru gitmek vardı. Beyoğlu İstiklal Caddesi'ni merak ediyordum. Acaba orası nasıldı? Belki oralarda bir iki kişiyle konuşurum diye düşündüm. Çünkü İstiklal Caddesi İstanbul’da yaşayan yurttaşların uğrak yerlerinden birisiydi.
Yürüyen merdivenlerden metro istasyonuna inmiştim, ardından Hacıosman durağından Yenikapı istikametine giden tarafa geçerek treni beklemeye başladım. Durakta başka yolcular da vardı. Bazı yolcular koronavirüsten korunmak için maske takarak önlem almışlardı.
Hacıosman istikametinden gelen tren fazla gecikmemiş tam zamanında gelmişti. Gelen trenin içinde üç beş kişi vardı. Bir an yanlış bir trene mi bindim diye düşündüm, çünkü İstanbul’da metro istasyonları günün her saatinde çok kalabalık olurdu. Belli ki koronavirüs insanları bayağı korkutmuş. Şaşırdım doğrusu, Türk insanı öyle hastalıktan, virüsten fazla korkacak bir yapıda değildi. Öyle ya AİDS hastalığının bütün dünyada insanların korkulu rüyası olduğu zamanlarda bile AİDS’ten kimse korkmuyordu ve herkesin kendince AİDS’e karşı bir yorumu ve meydan okuması vardı...
Bu durum ise bende insanlarımızın artık hurafelerden uzaklaşıp öyle aptalca meydan okumalardan ziyade daha bilimsel çözümler üretmeye başladıkları algısı oluşturmuştu. Karşımda oturan orta yaşlı bir kadın elindeki çantayı tıka basa doldurmuştu, çanta taşacak gibi duruyordu. Ve sonunda tren Gayrettepe durağında dururken, durmanın etkisiyle çanta elinden kaydı. Çantanın içerisindeki eşyalardan birkaçı döküldü. Dökülenler arasında çoğunlukta sabun ve temizlik maddeleri vardı. Bizim oturduğumuz vagonda duran birkaç kişi ile hemen kadının yardımına koştuk ve dökülen sabunlardan birkaçını alarak kendisine uzattık. Telaş içerisinde teşekkür eden kadına dayanamadım sordum: “Affedersiniz, bu kadar sabun, deterjan filan... Evinize yakın bir yerde mutlaka bir market ya da bakkal vardır. Neden kendinize bu kadar eşyayı yük ettiniz? Merak ettim” diye sordum.
Kadın, yüzüme şaşkın şaşkın bakarken bir taraftan da çantasını sıkı sıkıya tutuyordu. “Elbette evimin yakınlarında market de bakkal da var. Ancak ne sabun nede başka bir şey kalmamış. Kalanlarda ateş pahası be kardeşim, mecburen bende Cumhuriyet Mahallesinde çalışıyorum işyerimin yakınındaki bakkalda ne bulduysam aldım. Bakarsın yarın bir gün bu virüs ortalığı iyice sarar İtalya gibi ülkenin tamamı karantinaya alınır-malınır, neme lazım hazırlıklı olayım dedim, be kardeşim ne yaparsın işte…”
Yan tarafımda oturan yaşlı bir teyze, hemen lafa katılarak “Almasın da ne yapsın. Marketlerde bir şey kalmadı ki, kalanları da dört katına satıyorlar… Allah belalarını versin bu fırsatçı pezevenklerin… Anam anam bunların hiç Allah korkuları da kalmamış. Vallahi! Lanet olasıca bu adamlara kimseler de dur demiyor ki. Anam millet ne yapacağını şaşırdı. Kimi kime şikâyet edecen insan bilmiyor vallahi…” diye söylenmeye başladı. Belli ki teyze iyice dolmuş içini dökecek birini arıyordu.
Teyze şikâyetlerini ve isyanlarını dile getirmeye devam ettiği sıralarda tren, Taksim istasyonuna yaklaşmıştı. Kapıya yaklaşarak trenin istasyonda durmasını beklemeye başlamıştım. Arada bir de teyzeye bakıyordum, teyze halen etrafına ve biraz önce çantasındaki eşyaları dökülen kadına hararetli hararetli bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Tren Taksim istasyonunda durmuştu. İndiğimde etrafıma bakındım, tek tük insanlar vardı. Hâlbuki bir hafta önce, Metronun Taksim istasyonuna geldiğimde kalabalıkta yürümek için zorluk çekiyordum. Özellikle yürüyen merdivenlerde iğne atsan yere düşmeyecek şekilde bir insan seli vardı. Belli ki korona korkusu her istasyonda aynıydı.
Yürüyen merdivenlerden yukarıya doğru çıktım. Turnikelere geldiğimde birkaç tane delikanlı ellerinde ki kolonyayı geçenlere ikram ediyorlardı. Gençlik işte her zaman, her koşulda kendilerine bir eğlence buluyorlar. Aslında sağlıklı da bir eğlence, kolonyanın virüsten korunmada en çok işe yarayan maddelerden olduğu söylenmekte...
Taksim Meydanı'na çıkmıştım. Taksim, İstanbul’un Beyoğlu ilçesi sınırları içerisinde bulunan kentin en önemli ve en ünlü noktalarından biri olmasının yanında eğlence mekânlarıyla birlikte önemli oteller, alışveriş noktaları ve kültür yerlerini çevresinde barındıran, şehrin hemen hemen her saatinde çok kalabalık olan bir meydanı. Buna rağmen meydanda yok denilecek kadar az kişi dolaşıyordu. Tahminen bunların birçoğu da yabancı turistler ve mültecilerdi.
Etrafa bakındım, gözümü kestirdiğim birini görürsem korona virüsü hakkında birkaç soru soracaktım. Bir iki kişiye sormaya kalktım. Onlarda yabancı uyruklu çıktılar. Arapça konuşuyorlardı. İstiklal caddesine doğru yöneldim. İstiklal caddesinde daha önceleri yukarıdan aşağıya yürürken, Galatasaray Lisesi ve Tünel istikametine doğru adeta bir insan seli manzarası oluşurdu. Şimdi ise çok az sayıda
insanlar aşağı yukarı yürüyorlardı. Sanırım onlarda biraz önce soru sormak için yanlarına yaklaştığım insanlar gibi çoğunluğu yabancı uyruklu insanlardı.
İstiklal Caddesi'nin Taksim Meydanı başlangıcında bulunan büfeler… Hemen hemen, Taksim'e yolu düşen birçoğunuz bu büfelerden ıslak hamburger ya da ekmek arası döner yemişsinizdir. Büfelere doğru yürüdüm. Ben her Taksim'e geldiğimde, bu meydanlardaki büfelere uğrar hangisinde sıra azsa içeri girip bir iki tane ıslak hamburger yerdim. Büfe önlerinin boş olduğunu görünce fırsatı kaçırmak istemedim, hemen karşımda duran “Kızılkayalar” büfesine girerek iki tane ıslak hamburger söyledim. Bu arada içeride oturan üç kişi vardı, kendi aralarında korona yüzünden Taksim'in boşaldığını, insanların artık sokağa çıkmayacağını konuşuyorlardı. Bu fırsatı kaçırmak istemedim bende hemen lafa girdim. “Biraz önce Taksim’e metroyla geldim. Metroda da pek kimse yoktu. Galiba insanlar koronavirüsten korkup evlerine kapandı” dedim.
Karşımda oturan esmer uzun boylu olan biri, “Doğru söylüyorsun bilâder ben de biraz önce geldim her taraf bomboştu. Ama bizim millet fazla evde duramaz. Bak birkaç gün sonra herkes sokağa dökülür. Şu aralar televizyonlar falan sürekli virüsün ne kadar tehlikeli bir şekilde yayıldığını söylüyor. İnsanların birazda böyle paniklemesi televizyonların marifeti” dedi. Ardından büfenin içerisinde oturan diğer bir müşteri lafa girerek “Be kardeşim doğru söylüyorsun da olan bize oluyor. Allah inandırsın yaklaşık dört gündür çiçek tezgâhına bir kişi bile uğramadı. Abe meydan da kimsecikler yok. Ben yıllardır buradayım ilk defa böyle bir şey görüyorum” diyerek meydandaki insan sirkülâsyonun azlığından nasıl etkilendiğini anlatıyordu.
Islak hamburgerlerimi bitirerek büfenin önüne doğru çıkmıştım. Sırtımı büfelere doğru dönerek meydana doğru bir daha baktım, belki bir iki soru soracağım birilerini gözüme kestiririm diye. Nafile, biraz önceki manzarayla aynı manzara; birkaç Arap turist ve hızlı adımlarla gelip giden insanlar.
Sırtımı büfelere doğru dönmüştüm. Sağımdan gitsem Cihangir istikametine gidecektim, soluma dönsem İstiklal Caddesi'nden aşağı doğru yürüyecektim. Bir an kararsız kalarak durakladım. Sonra İstiklal Caddesi'ne doğru yürümeye başladım belki dönüşü Cihangir üzerinden yaparım diye düşünmüştüm.
İstiklal Caddesi, İstanbul’un en eski semtleri arasında yer alan Beyoğlu’nda, Tünelden Taksim Meydanı'na kadar olan alanda yer alır. Yaklaşık olarak bir buçuk kilometre mesafe uzunluğunda olan caddenin ilk şekillenme evresi, Bizans döneminden sonra başlar. Caddenin başında sağda tek katlı bir yapıdan oluşan Fransız Kültür Merkezi ve konsolosluğu var. Vakti zamanında Veba hastanesi olarak yapılmış dolayısıyla veba ve ölümle karışık bir geçmişi var. Ahşap olarak yapılan Fransız Veba Hastanesi 1600’lü yıllardan başlayarak defalarca onarımdan geçmiş, 1898’de de ahşap bina yıkılıp yerine şu anki betonarme bina yapılmış.
Caddenin orta noktası olarak, Galatasaray Lisesi’nin yanından geçen Yeni Çarşı Caddesi’nin caddeyle kesiştiği ve 50. Yıl Anıtı’nın bulunduğu yer kabul edilir. Paralelinden geçen Tarlabaşı Bulvarı ile birlikte, Beyoğlu ilçesinin iskeletini oluşturur. 9 Ayrı mahalleyi kapsayan İstiklal Caddesinde yürüdüğünüz esnada adete tarihi koklayarak yürürsünüz. Cadde boyunca nostalji solursunuz. Bir tarafta caddenin ortasında giden nostaljik tren. Diğer tarafta her köşe başında değişik değişik milletlerden olan sokak müzisyenleri ayrı bir renk katar İstiklal caddesine.
İşte her zaman hayranlıkla yürüdüğüm bu caddenin sakin ve ıssız olmasının keyfini çıkara çıkara Tünel istikametine doğru yürümeye başlamıştım. Cadde de aşağı yukarı yürüyen insanların bir kısmı ağız ve burunlarına geçirdikleri maskeler ile yürümekteydi. İstiklal caddesinin bu haline pek de alışık değildim. Köşe başlarında ne bir müzisyen nede başka bir etkinlik yapan sanatçı vardı. Yine de İstiklal Caddesi her şeye rağmen insanı büyülüyordu. Çiçek pasajının önüne gelmiştim. Anlaşılan İstiklal Caddesinin bu sessiz ve büyüleyici hali arasında dalıp gitmişim… Birden İstiklal Caddesiyle bütünleşmiş olan Nostaljik trenin çan sesiyle irkilerek kenara doğru çekildim. Normal zamanlarda içerisi dolup taşan trende üç beş kişi anca vardı. Sonra Çiçek Pasajı'na daldım. Esnaflar adeta sinek avlıyordu. Kimsecikler yoktu.
Sokağın içerisindeki balıkçı esnafından biri sandalyesini tezgâhın yanına atmış etrafında birkaç esnafta ayakta bir taraftan çay içiyorlar, bir taraftan da sohbet ediyorlardı. Yanlarına yaklaşarak “Merhaba” dedim. Balıkçı tezgâhının yan tarafında sandalyede oturan esnaf belli ki balıkçı tezgâhının sahibiydi. Beni müşteri zannetti “Buyurun” dedi. Hemen müşteri olmadığımı ve bir şey almayacağımı belirttim. Sadece gazeteci olduğumu ve korana virüsü esnafı ve yurttaşları nasıl etkilediği hakkında bir yazı dizisi hazırladığımı söyledim.
İşte, Türk kültür ve geleneğinin en önemli bir parçası olan misafirperverlik, nerede olursan ol, hangi şartlar altında olursan ol. Hiç değişmeyen gelenek hep devam etmekte... Balıkçı esnafı ve diğer esnaflar hemen ne içersiniz diyerek bir sandalye verdiler. Ardından çaylar da gelmişti.
Önce, biraz önce balıkçı tezgâhının yanındaki sandalyede oturan elli-elli beş yaşlarındaki Hızır Usta konuşmaya başladı “Ula uşağum ha bu konuşulanların hepsu, ha bu milletu korkutmak içindur da. Aha bak bütün esnaf hep birlikte sinek avlıyoruk” diye konuştuğu sırada diğer esnaflardan biri lafa girerek “Hızır usta o iş öyle değil” demesinin ardından “Ya nasul uşağum” diye çıkıştı.
Ardından yine aynı esnaf Hızır Ustaya “Yahu usta daha Suriye’deki şehit düşen onlarca yiğitlerin üzerinden kaç gün geçti. Baksana kimse konuşmuyor herkes dut yemiş bülbül oldu. Sonra Reis Suriyelileri Avrupa’ya gitsin diye izin verdi ne oldu. Yunan duvarını aşıp da bir yerlere gidemediler. Üç- beş gün sonra geri gelecekler. İşte bu korana mı morana mı ne zıkkımsa onun yüzünden hem Suriye’de şehit düşen Aslanlarımız ülke gündeminden düştü, hem de Edirne sınırında Yunan duvarını aşamayan Suriyelilerin nereye gittiğini ne olduğunu nerelere dağıldığı konusunda kimsenin haberi yok. Hızır usta. İşte bu virüs belası yüzünden ülkenin gündemi değişti” diye cevap verdi.
Gördüğüm kadarıyla yurttaşların büyük bir çoğunluğu korana virüsünün ne kadar tehlikeli olduğunun farkında olduğu için gerekli önlemleri alarak mümkün olduğu kadar toplu taşımalara binmedikleri gibi, mecbur kalmadıkça da sokağa çıkmayışları örneğinde olduğu gibi. Ancak bir kısım biraz önce ki Hızır usta ve komşu esnafının da söyledikleri gibi insanlarımızın bir kısmının olayın ciddiyetinin farkında olmadıkları gibi. Anlaşılan bu virüs ilerleyen zamanlarda canımızı yakacak gibi gözüküyor.
Hızır ustaya bir iki soru daha sormak istiyordum ama usta gördüğüm kadarıyla bu virüsü yurttaşları korkutmak için ülkeye dış güçler tarafından bilinçli olarak sokulmuş olduğuna öyle bir inanmış ki başka bir şey sorup da adamın daha fazla tadını kaçırmak istemediğimden müsaade alarak kalmak istedim.
Balıkçının oradan kalktıktan sonra tekrar İstiklal Caddesi'ne doğru yürüdüm. Oradan da Tünel istikametine doğru caddenin sakinliğinin tadını çıkara çıkara yürümeye başladım…
Tünel'deki metroya kadar gelmiştim. Saat epey ilerlemiş hava kararmaya başlamıştı. Daha Şişli ve civarında dolaşmayı planlamıştım. Mahalle arasında bir iki market ve ardından da büyük bir markete gidip gerçekten raflarda ki fiyatları yerinden görmek istedim.
Metroya binerek. Şişli durağında indim. Metrodaki manzara yine Taksime geldiğim gibiydi ne bir fazla ne bir eksik sakindi…
Durak çıkışı Cumhuriyet gazetesinin önünden geçerek minibüs duraklarına doğru yürüdüm. Buralar İstiklal caddesine oranla biraz daha kalabalıktı. Anladığım kadarıyla işe gidip gelen insanlardı. Buradan da anlaşılacağı üzerine yurttaşımız olaylara karşı daha duyarlı davranıyordu. Demek ki iş dışında gezmek için sokağa pek çıkılmıyor. Minibüs duraklarını da geçerek yolun karşısına geçtim. İlk sokağın içerisine girerek bir market yada bakkal ne görürsem içeriye girip bir bakacaktım. Sokağın içerisinde biraz yürüdükten sonra orta ölçekli bir market gördüm. İçeriye müşteri gibi girerek raflara baktım. Raflarda bazı ürünlerden yok denecek kadar az kalmıştı. Özellikle makarna ve bakliyat türü gıda ürünleri gibi, yine marketlerde kolonya ve temizlik ürünleri için de kalmadığı söyleniyordu. Raflarda gerçekten de kolonya yoktu. Makarna ve bakliyatların önceki fiyatlarının ne olduğunu bilmediğim için ürünlerin üzerindeki fiyatları ile bir yorum yapamıyordum. Kasaya gelerek kolonya sorduğumda kasiyer kolonyanın kalmadığını söyledi. “Ne zaman gelir” diye sorduğumda ise “Bilmiyoruz bey efendi” diye cevap verdi. Ardından da “Kolonya fabrikaları üretimi alkol bulamadıkları için durdurmuşlar hiçbir yerde bulamazsınız. Boşuna aramayın” dedi. Teşekkür ederek marketten ayrıldım.
Öte yandan birkaç kişiyle daha konuşa bilir miyim diye sokağın içerisinde ilerlerken bir kafeye denk geldim. İçeri girerek bir çay söyledim. Kafedeki masalar aşağı yukarı dolu sayılırdı. Dikkatimi çeken ise Beyoğlu gibi bir yerde kafe ve sokaklar bomboş iken Şişli ara sokakları daha kalabalıktı. Çayı getiren garsona “Biraz önce Beyoğlu tarafından geliyorum oralar da pek kimseler yoktu ama sizin burada neredeyse boş masa yok. Yoksa sizin buralara korona virüsü uğramıyor mu? Diye sordum. Garson çocuk gülerek “Ağabey buradakilerin çoğu mahallenin insanları ondan öyle kalabalık virüsten dolayı birçoğu dışarıya gitmiyor akşama kadar buralarda dolaşırlar” demesinin üzerine “Yahu virüs tanıdıklara bulaşmıyor mu? Öyle şey olur mu? Hiç” diye sorunca garson yine gülerek “Abi ben orasını bilemem, ben satacağım çaya kahveye bakarım” demesinin ardından daha da bir şeyler sorma gereği duymadan çayımı içtikten sonra çıktım.
Sonuç olarak koranavirüs dünyada olduğu gibi ülkemizde de çok sayıda kişinin canını yakacağa benziyor. İzlenimlerime göre koronavirüs salgını sadece sağlığımızı bozarak canımızı yakmayacak. Zorda olan ülke ekonomisinin daha da kötüleşmesine neden olarak ekonomik olarak da ağır bir darbe yiyeceğiz.