Bu topraklar çok susturdu. Aydınlarını, şairlerini, politikacılarını, düş gören çocuklarını… Kimi darağaçlarında, kimi sürgün yollarında, kimi cezaevi hücrelerinde kayboldu. Ama arada bir, bazı insanlar vardı ki ne kadar baskı görseler de susmadılar. Sustuklarında bile dillerinden değil, canlarından sustular. Sırrı Süreyya Önder, işte o susmayanlardan biri.
Yakın bir geçmişte, fikirlerinden ötürü cezaevine konuldu. Ardından halk onu yeniden seçti, yetki verdi; Meclis Başkanvekilliği gibi hem temsili hem sembolik bir konuma taşıdı. Sözünü kıymet bilen halk, ona yine söz verdi. Daha da önemlisi, bütün bu sistematik dışlamaya, karalamaya, kriminalize etme çabalarına rağmen; bugün aynı Sırrı Süreyya Önder, yeni bir barış süreci için tekrar ismi zikredilen, rol biçilen, güven duyulan bir figür haline geldi.
Bu kolay kazanılan bir güven değil. Türkiye’de siyaset kurumu, güven değil şüphe üzerine kurulur. Ama Önder’in durduğu yer şüpheyle değil, sebatla, dirayetle ve incelikle örülüdür. Bugün milliyetçilerden sosyalistlere, merkez sağdan radikal sola kadar geniş bir kesim tarafından, hatta kimi zaman iktidar çevreleri tarafından bile “olsa olsa o yapar” denilerek işaret edilmesi boşuna değildir. Çünkü onun siyaset anlayışı sadece temsil değil, tevazudur. Yalnızca fikir değil, mizah üretir. Yalnızca barış çağrısı yapmaz, bu çağrının bedelini ödemekten de kaçınmaz.
Sırrı Süreyya Önder’in politik tarzı, sistemin ezberine meydan okuyan bir tarzdır. Kutsallıkların dilini değil, halkın dilini konuşur. Devletin kibirli suskunluğunu değil, halkın acılı şarkılarını dillendirir. Onun Meclis kürsüsünde söyledikleri, sadece parlamento tutanaklarına değil; bu ülkenin toplumsal hafızasına da kazınmıştır. Mizahla kuşattığı hakikatler, ideolojik barikatların çok ötesinde yankı bulur.
Ama belki de onun en çarpıcı yönü, bütün bu mücadeleyi hiçbir zaman kindar bir dille değil; aksine insanî bir zarafetle sürdürmesidir. Bir yandan cezaevinden çıkarken selamı eksik etmez, öte yandan sokakta ona hakaret edenle bile diyalog kurmayı sürdürür. Çünkü o bilir: Bu ülkede barışı savunmak sadece bir siyasal tutum değil, insanca yaşamanın ön koşuludur.
Bugün yaşadığı sağlık sorunları, sadece bir insanın bedeniyle sınırlı bir mesele değildir. O bedenin taşıdığı yük, halkların ortak geleceğine dair bir umut taşıdığı için değerlidir. Onun nefesi, sadece kendi hayatı için değil; bu ülkenin ortak hikâyesi için gereklidir. Çünkü o hikâyeyi eksiltmeden anlatabilen çok az insan kaldı bu memlekette.
Bu ülke çok yara aldı. Kardeşliğin yerini kutuplaşma, umudun yerini kaygı, mizahın yerini tehdit aldı. Böylesi bir dönemde, halklar arasında yeni bir ortak dil kurmak için Önder gibi köprü isimlere ihtiyaç var. Onun sesi sadece bir şahsın değil, bir halklar barışının, bir toplumsal vicdanın sesidir. Çünkü barış yalnızca askerî bir mutabakat değil; aynı zamanda dilde, duyguda, ortak hafızada bir uzlaşmadır. Bu uzlaşmayı kurabilecek nadir kişilerden biri de odur.
Ve evet, bu toplumun ona ihtiyacı var. Politik çıkarların, ideolojik keskinliklerin, milliyetçi kabukların ötesinde bir ortak zemine ihtiyacımız var. Sırrı Süreyya Önder o zemindir. Hem Kürt hem Türk, hem muhafazakâr hem sosyalist, hem şehirli hem köylü; herkesin içinde bir yerlerde hissettiği, “birlikte yaşamanın mümkün olduğu”na dair sönmeye yüz tutmuş o umudu yeniden hatırlatan bir yürek.
O yaşamalıdır. Çünkü onunla birlikte yalnızca bir insan değil, bir ihtimal de yaşar. Barışın dili, vicdanın sesi, halkların kardeşliğine duyulan o yorgun ama inatçı inanç… Hepsi onunla nefes alır. Susturulmamalıdır. Çünkü o sustuğunda, eksilen sadece bir söz değil; bir seher vakti, bir türkü, bir halkın kendine duyduğu inanç da eksilir.
Ahmed Arif’in o içli dizelerinde yankı bulan çağrı gibi:
“Gel, ey seher…
Gel ki, barış da seninle gelsin,
Çocukların uykusuna karışsın,
Ve bu yaralı memleket,
Seninle biraz nefes alsın…”
Bugün bu memleketin nefesi dar, sesi kısık, umudu yorgundur. Ama yine de bir yerlerde bir halk, inatla iyiliği seçmeye çalışıyor. O iyiliğin, o ortak dilin, o barış sesinin adı da Sırrı Süreyya Önder’dir.
O sadece yaşamalı değil; yaşatılmalı. Çünkü sustuğunda eksilen sadece bir insan değil, bir ihtimaldir. Ve bu halk, bu memleket, o ihtimali kaybedecek kadar zengin değil.